Serseri yazı
Ne çok insan, ne çok kırık dökük anıyı sürüklüyor ağır paçalarında, Mersin’in caddelerinde gezerek. Hastane Caddesi’nde, İstiklal Caddesi’nde, İnönü Bulvarı’nda, Uray Caddesi’nde, Zeytinlibahçe Caddesi’nde, adı sanı bilinmez kenar mahalle caddelerinde, sahil caddelerinde, AVM caddelerinde ne çok insan…
Doğulular, Batılılar, Kuzeyliler…
Suriyeliler geldi, onlar da Güneyliler…
Limana yakın ara sokaklarda, ara sokakların karanlığına gizlenmiş barlarda beynelmilel denizciler...
Ağır paçalarında ne çok kırık dökük anı, telaşsız adımlarında ne çok hayal kırıklığı ne çok yorgunluk ne çok umutsuzluk…
***
‘Bu şehre sadece umudunu kaybetmişler gelir’ demişti gün görmüş esrarkeş. ‘Umudu olan ne etsin burada’ demişti , ‘İstanbul’a gider anasını satayım. Olmadı memleketine döner. Burada çürürsün. Sıcağa bak.’
Sıcağa baktım, haksız değildi…
Ama ben ne İstanbul’a gittim ne memlekete döndüm ne umudumu kaybettim.
Çürümedim, 20 yıl oldu!
***
1995 yılı Temmuz ayı… Mersin Otogarı’nda indik arabadan. Hava kaynıyor. O gün öğleden sonra Barış geldi Sivas’tan. 20 gün durduk durmadık, tren bileti parasını bulur bulmaz atladık trene, indik Yenice’de. Kocaman ağaçların gölgesinde bekledik saatlerce Kayseri trenini.
Bir simit, bir ayran azığımız, paramız cebimizde kalsın belki yolda acıkırız.
Yenice’den Kayseri yönüne giden bilmem ne treninin yolcuları, atlayın!
Atladık… Git git bitmedi yol ama bitti paramız. Kayseri istasyonunda aç durduk. Güldük durduk. Su içip durduk... Aç karnına zor attık kendimizi Alibaba’ya.
Sonra ne çabuk geçti zaman, tepeden aşağı gülüşerek koşan çocuk kahkahaları arasında…
***
Ve paçalarıma yükleyip ben kırık dökük anıları, Mısmılırmak’ın sularına bırakıp çocukluğumu, unutup tozlu sokaklarını Alibaba’nın, yol aldım beş on gün sonra, Mersin’e doğru.
Sabah güneşi kızılken daha, paçalarımda kırık dökük anılar, çantamda tedavülden kalkmamış deli umutlar, yürüdüm otogardan mahalleye doğru. Ağzımda kısa Samsun, dilimde Musa Eroğlu türküleri…
Tozun toprağın içinde, çatılarında demirlerin dikildiği, cephesi sıvasız 2 katlı evlerin arasından geçerken, vardiya yorgunu işçiler bekleşirken kaldırımlarda, kadınlar hamur taşırken yolüstü tandırlara söylendim kendi kendime:
‘Sevdim la ben bu Mersin’i…’
***
‘Burada çürürsün. Sıcağa bak’ demişti gün görmüş esrarkeş.
Ama ben çürümedim, 20 yıl oldu!
Belki de çürüdüm herkes kadar da farkında değilim herkes kadar…
***
Zaten kim farkında ne çok insanın ne çok kırık dökük anıyı sürüklediğinin paçalarında.
Yok böyle olmadı cümle; şöyle mi olmalıydı:
Zaten kim farkında ne çok insanın paçalarında ne çok kırık dökük anıyı sürüklediğinin…
Yok böyle de olmadı; şöyle mi olsa:
Zaten kim farkında ne çok insanın ne çok kırık dökük anıyı paçalarında sürüklediğinin…
Neyse, zaten kim farkında ki kimin neler yazdığının, kimin niye yazdığının, kimin niye ağladığının…
**
Herkes kendi paçasında sürüklediği kırık dökük anıların derdinde, herkes yitik umutlarının peşinde, herkes kendi yalnızlığında…
Kocaman caddelerin kocaman kaldırımlarında birbirimize çarparak yürümemiz bundan belki…
Herkesin yalnızlığı o kadar büyük!
***
Kale gibi yalnızlıkları sırtında taşımaktan yorulmaz mı insan?
Biz yorulmadık Mersin’de…
Umudunu kaybetmişler, yenilmişler, dışlanmışlar, horlanmışlar, dövülmüşler, sövülmüşler, itilmişler, kakılmışlar hepimiz aynı şehirde, aynı caddelerde buluştuk; kırık dökük anıları sürükledik paçalarımızda…
Dönüp bakmadık birbirimizin yarasına; yuvarlandık yalnız, kimsesiz, sılasız…
Kendi yalnızlığımızda çürüdük!
Asık suratlılar şehri olmamız bundan belki…
***
Ne çok insan ne çok kırık dökük anıyı sürüklüyor ağır paçalarında, Mersin’in caddelerinde gezerek.
Ne çok yazara ne çok serseri yazı yazdırıyor bu yalnız, mağrur ve sıcak şehrin yağmura gebe eylül geceleri…
Yok olmadı cümle; şöyle mi olmalıydı:
Bu yalnız, mağrur ve sıcak şehrin yağmura gebe eylül geceleri ne çok yazara ne çok serseri yazı yazdırıyor…
Bu da mı olmadı?
Boş ver o zaman…
Zaten kim farkında ki ne çok insanın ne çok kırık dökük anıyı paçalarında sürüklediğinin… (Arşivden, 2014’ten)