ORMANDA KUŞ SESLERİ
Uyandım. Yumuşak, yeşilimsi bir ışık. İğne yapraklar, kahverengi, yeşil kozalaklar parlıyorlar. Dinginim. Beynimdeki, yüreğimdeki sancılar durmuş. Kendimle baş başayım.
Burada duvarlar yok. ‘Acaba üzerinden atlayabilecek miyim?’ ya da ‘Arkasında ne var acaba?’ diye sormak zorunda kalacağın duvarlar yok. Başkalarının benim yerime bir şey isteyip almalarına izin veremem.
İnsanlar boş zamanlarını ne kadar aptalca şeylere harcıyorlar.
Mevsim yaz. Sırtüstü yatıyorum. Dağ rüzgarı yüzümü okşayan. Çevremde salınan yaban çiçeklerden bal topluyor arılar. Elimin üzerine, turuncumsu kırmızı kabuksu kanatçıklarının üstünde minik siyah noktalar bulunan, yarım küre biçiminde bir uç uç böceği konuyor. Geziniyor bir süre orada. Sonra ona; “Uç böceğim uç!” diyorum, uçuyor. Küçücük bir oyuncak sanki. Kanatlarını bir anda açıp uçarak öyle büyülü bir uzaklaşması var ki, insanın aklına şairliğinden utanmayı düşürüyor.
Onları düşünüyorum. Bizi kusurlu çıkarırken, kendilerini nasıl da sınırsızca kusursuz yapıveriyorlar.
Burada rüzgarların içeriye girmesini önleyecek pencere camları yok. Zil çalacak telefon yok. Kendilerine çok güvendiğin için kıyasıya senin canını yakacak dostların yok. Yüzüne çarpılacak kapılar ve anahtarı yitirdiğinde seni cezalandıracak kapılar da yok.
Ne güzel canlılar şu çiçekler. Biz anlamasak da onlar bizim dilimizden anlıyorlar. Sonsuz bir özveriyle coşkulu renklerini, baş döndüren kokularını bize sunuyorlar. Çiçeklerin yerlere atılmasına hiç dayanamam. Tıpkı bir ekmek parçası gibi onları yerden alır, bir kenara, yüksekçe bir yere koyarım. Ayaklar altında çiğnenirlerse incinirim.
Bir daha gider mi acaba Alice Harikalar Diyarına? Çocuklarımıza anlatabileceğimiz yeni yeni masallarımız doğar mı bir kez daha?
Bir rüzgar niçin çıkar? Neden kırar dalları? Kim sarar kurak mevsimlerdeki susuz ağaç gövdelerinin kesik yaralarını? Her ne kadar kanatarak yaşayanlar bulunsa da, iyi insanlar onlara, sevgileri çoğaltarak ve egemen kılarak karşı koyacaklardır.
İnsanların alkışladıkları şeyler çoğunlukla yanlış şeylerdir. Piyanonun her tuşunda aynı anda başka başka parmaklar. Sonuç; kakafoni.
“Roman, bozulmuş bir toplumda gerçek değerlerin araştırılmasıdır” diyor Ahmet Oktay. Sanatçı ise, kendisi için konulmuş sınırları yıkabilmelidir.
İnsanlar konusunda fazla beklentiye girmemek gerektiğini artık siz de öğrendiniz umarım. Burnunuza yumruğu yedikçe, yaşamı kendi içinizde yaşamak gerektiğini anlarsınız.
Siz konuştuğunuz insanları anlamış gibi yaparsınız. Sizi dinleyen insanlar da sizi anlamış gibi davranırlar. İnsanların içlerindeki şarkıları bitirmeleri gibi bir şey bu.
2
Oysa bazı şeylerin sonu yoktur. Yalnızca başlangıcı vardır. Sevmek gibi, ölüm gibi, özlemek gibi, ümit etmek gibi, düşlemek gibi, özveri gibi, beklemek gibi.
İşte yüzsüzlüğün daniskası: İnsanların kendi duygularını gizlemek ve karşısındakinin sözlerini anlamazlıktan gelmek için kullandıkları çok sayıda maskeleri vardır. Dahası, sana yanlış adres gösterirler ve sonra sen o tarafa doğru yürümeye başladığında ardından gülüşmeye başlarlar.