GÜN DOĞMADAN
Zamanda yolculuk yapalım ve biraz eskiye gidelim. 1995 yılında romantikler ve sinemaseverlerin dünyasına bir güneş doğdu. Richard Linklater’ın yönettiği Gün Doğmadan (Before Sunrise) filminden bahsediyorum. Üçlemenin ilk filmi olan Gün Doğmadan hakkında bu zamana kadar elbette çok şey yazıldı. Aradan 28 yıl geçmesine rağmen hâlâ her izlenildiğinde kişiyi farklı hislere götüren, plansız, beklentisiz bir aşk filmi. Sadece aşk filmi diyerek sınırlandırmak da yanlış olur. Romantik bir film olmasına rağmen, film sizi romantik ilişkilerin yanı sıra hayatınızda her an yaşadığımız ilişkileri gözden geçirdiğimiz anlara da götürüyor. En azından benim için…
Bir gününüzü hiç tanımadığınız biriyle geçirmek ister miydiniz? Adını da buradan alan filmde tüm hikâye böyle başlıyor. Birbirini hiç tanımayan iki insanın (Jesse, Celine) karakterlerinin sadece konuşarak zaman geçirdiği bir günü anlatıyor. Bir daha karşılaşmayacakları düşüncesiyle geçirilen zamanda şehirden, ilişkilerden, insanlardan aklınıza gelebilecek her şey hakkında tartışan iki insan görüyoruz. Büyüleyici, bir peri masalı hikâyesi değil. Böyle olmadığı için de bu aşka daha çok inanmak istiyoruz
Aşk kavramı üzerinden sinema tarihinde yüzlerce konu işlendi. Romantik filmlerde yaşanılan aşk ne kadar gerçek dışı olursa bizi daha çok umutlandıran muhteşem filmlere alışkınız. Sadece o kurmaca dünyada geçen büyülü aşklar, kavuşmalar, ayrılıklar… Bizden ne kadar uzaksa o kadar ilgimizi çektiği içindir. Hayatlarımızda olmayan duyguları, olayları uzaktan izlemek her zaman daha rahattır. İyi hissettirmek birincil görevi olan “tatlı aşk filmleri” arasından sıyrılıp bizi bu sahte dünyadan kurtaran Gün Doğmadan’ı diğer filmlerden ayıran en önemli sebep “senden, benden, bizden” olması ve bizi, sinema tarihinde görülmemiş bir gerçeklikle herkesin anlayabileceği bir aşka inandırmasıdır.
Kahramanlarımızın gittikleri mekânlarda, gezdikleri sokaklarda onların peşinden biz de gidiyoruz. Bir trende, parkta, sokakta karşılaşıyoruz kendimizle. Tanıdığımız duygular onların hisleriyle birleşiyor ve bizim gibi hissettiriyor. Bunlar “senin, benim, hislerin” diyor adeta. En çok da onlar gibi hissetmemizi sağlıyor. Jesse ve Celine’in yakaladığı temel ve çok basit duyguları, arzuları bizim de yakalamamızı sağlıyor. Viyana sokaklarını sohbet ederek gezen bu ikilinin dünyasının aşkın en iyi tasvirlerinden biri olduğunu düşünüyorum. Dünyaya sade ve gerçek bir kapıyı aralıyorlar. Doğal ve gerçekler. Bu da onları bize daha çok bağlıyor. Jesse ve Celine karakterlerinin olması umut veriyor bana. İnsanı boğan, yapay ilişkilerin pençesinden kurtarıyor. Nefes almamızı sağlıyor.
Hayatın içinde nasıl gözüküyorsak tüm kusurlarla kendimizi görmemizi sağlayan, bazen kaçırdığımız gerçeklikleri bize yansıtıyor. Diyalogların arasında belgesel izler gibi izliyoruz onları. Bunları izlerken de hiç yadırgamıyoruz. Gerçek hayata bu kadar benzemesi de izlerken ‘bu cümleleri ben mi kurdum?’ dedirtiyor.
Klasik ve sonu bilinen hikâyelerde sıklıkla karşılaştığımız ‘kızla erkek tanışır ve aşık olur’ kavramlarının çok ötesinde yazılmış, karşıt bir tepki filmidir adeta. Sinemanın doğasına karşı gelen bir gerçeklikle izlediğimiz için kendimizi hep daha yakın hissediyoruz. Umut veren dünyalarına sessizce dâhil olma fırsatını yakaladığım için kendimi çok şanslı hissediyorum.