Baha Sadık Akıner | İnsan, tutunamıyor insana | Güney Gazetesi Mersin
Baha Sadık Akıner

İnsan, tutunamıyor insana


 

“Bazılarımız şiirlere tutunuyor, bazılarımız şarkılara…

Bazılarımız filmlere tutunuyor, bazılarımız kitaplara…

Sanırım artık insan, tutunamıyor insana..."

 

Tutunamıyoruz usta...Öyle bir dönemdeyiz ki; hızla kirleniyor renkler, istesek de dokunamıyoruz insanlara...

 

*****

 

İlkokul öğretmeni Muazzez Zeki Hanım ile Kastamonu kökenli hukukçu ve Cumhuriyet Halk Partisi eski milletvekillerinden Cemil Atay’ın evliliğinden, 12 Ekim 1934'de, Kastamonu'nun İnebolu ilçesinde dünyaya gelir Oğuz Atay...

 

Tutunamayanlar’ın, tutunamayanı. Yazdıklarıyla, çokça hayatımıza dokunanı. Babası, Cumhuriyet’in ilk kuşak aydınının özelliklerini taşır. Misyonundan emin, şaşmaz adımlarla yolunda ilerleyen, öğreten, eğiten, yol gösteren biridir…

 

Oğuz Atay’ın çocukluk ve ilk gençlik dönemleri üzerinde, annesi Muazzez hanım kadar etkili olmasa da, hayatının önemli kararlarını babası yüzünden ertelediği bilinir…

 

Lise yıllarında resim ve tiyatroya duyduğu ilgiye ve resim öğretmeninin O’nu sanat akademisine yönlendirme çabasına rağmen, babası O’nu doktorluk veya mühendisliğe yönelmesi gerektiği konusunda katı bir şekilde uyarır…

 

Babasının ölümünden iki yıl sonra kaleme aldığı “Babama Mektup” adlı otobiyografik metinde şunları yazar:

 

Genellikle sert, duygusuz ve bencil göründün. Aramızda hiçbir zaman alışılmış bir baba-oğul ilişkisi olmadı. Ne ben bütün meraklı çocuklar gibi durmadan her şeyi sana sordum. Ne de sen oturup bana bazı şeyleri açıklama gereği duydun. Oysa şimdi seni düşündüğüm zaman babacığım, durmadan gülümsüyorum. Seni, sen olarak yaşamak istiyorum…

 

Bazı kitaplar yüzünden kafam biraz karışsa da, bugün bile senin içtenliğimi taşıdığımı ümit ediyorum. Yine de sonunda sana bütünüyle benzemekten korkuyorum babacığım. Birlikte yaşadığımız günlerde, bütün beğenilerim sana karşı duyduğum tepkilerle oluştu. Sen Klasik Türk Müziğini goygoyculuk olarak niteledin. Batı müziğine tepkini de sadece,“kapat şunu” biçiminde gösterdiğin için, ben her ikisini de sevmeyi görev saydım kendime...

 

Kültür hakkında öteki yargıları da pek iç açıcı değildi. Özetle, çevrendeki her şeyi kesin çizgilerle ikiye ayırdın. Bu bakımdan da sana benzediğimi itiraf etmeliyim. Dünyada yalnız güzellerle çirkinler vardı, bir insan ‘ya akıllıydı ya da aptal’. Senin gibi başını dik tutmasını bilemeyen bütün insanlar dalkavuktu. Sana benzemeyen kibar davranışlı insanları da züppelikle suçlardın. Biz -annemle ben- sana itiraz ederdik; fakat ben farkına varmadan senin orta yola fırsat vermeyen bu acımasız sınıflamalarını benimsemişim babacığım…

 

Üstelik -en kötüsü de bu galiba benim için- böyle olduğumdan gizlice memnunluk duyar gibiyim ki, işte asıl buna dayanamıyorum… Çünkü ben babacığım, biraz da duygularımın romantik bölümünü, sen kızacaksın ama annemden aldım. Sonunda senin gibi ölecek miyim?”

 

*****

 

Anne Muazzez Hanım, oğluna düşkündür, bu ilgide Oğuz’un küçük yaşta geçirdiği zatürrenin payı büyüktür. Hayatının geri kalan kısmını hep etkileyecek olan bu hastalık, ilkokul yıllarında ilgi duyduğu atletizmden de koparır O’nu…

 

Yıldız Ecevit, “Ben Buradayım” isimli kitabında, bu durum için şöyle bir saptamada bulunur: Oğuz Atay’ın çocukluğunda geçirdiği bu hastalık büyük bir olasılıkla, O’nun iç dünyasında yaşadığı çevreye yabancılaşma olgusunun ruhbilimsel nedenlerinin gerisindeki fizyolojik kökenli kaynağın kendisidir…

 

Kız kardeşi Okşan Ögel de, “Oğuz çok sakindi, bir kız çocuğu gibiydi” diyerek Yıldız Ecevit’i bu konuda doğrular aynı kaynakta…

 

Babasının milletvekili seçilmesi nedeniyle, beş yaşında ailesiyle Ankara’ya gelen Oğuz Atay, daha ilkokula başlamadan okuma yazmayı öğrendiği için ilkokula ikinci sınıftan başlar…

 

40’lı yılların ortasında daha sonra Ankara Koleji’ne dönüşen TED Yenişehir Lisesi’ne girer. Atay’ı kültürel anlamda bu dönemde yönlendiren kuzeni Füruzan’dır. Mesela gelişimde çok önemli, rol alacak olan dünya klasiklerini ilk O’nun önerisiyle okumaya başlar…

 

Bu yıllarda karikatür de çizer, Atay’ın ince mizah anlayışı daha sonra yazacağı kitaplarda da kendini gösterir. 1950-51 ders yılı sonunda veda müsameresinde, rejisörlüğünü tiyatro oyuncusu Agâh Hûn’un üstlendiği “Shakespeare’in Hırçın Kız” isimli oyununda oynar…

 

Bir diğer tutkusu olan resim, lise sıralarında ilgi duyduğu bir alandır. Resim öğretmeni O’nun çizimlerini beğenir, resme yönelmesi konusunda tavsiyelerde bulunur. Türk resminin önemli iki ismi Turgut Zaim ve Eşref Üren’den resim dersleri alır. Ancak babası güzel sanatların karın doyurmayacağını söyleyince ÜREN, “Babana söyle, sana köşe başında, işlek bir yerde bir bakkal dükkânı açsın o zaman. İyi para kazanırsın” der…

 

Oğuz Atay’ın içinde ukde olarak kalan ressamlık arzusu, yıllar sonra Tutunamayanlar romanının karakteri Selim’in ağzından açığa çıkacaktır: Üç çeşit meslek varmış: Mühendislik, doktorluk, bir de hukukçuluk… Ben ressam olmak istiyordum. Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi…

 

*****

 

Her biri bir başyapıt olacak üretimlerle geçen yaşamının baharında, en olgun çağında; henüz 42 yaşındayken 1976 yazında, yükselen ateş ve geçmeyen baş ağrıları yaşamaya başlar. Beyninde iki tümör olduğu anlaşılır. Londra’da tedavi görse de hayatının en büyük projesi olarak gördüğü, "Türkiye'nin Ruhu"nu yazamadan…

 

Ne ölmek nefessiz kalmaktır,

Ne de yaşamak nefes almaktır...

Yaşamak; sevilmeyi hak eden birine,

Yaşamını harcamaktır" diyerek…

 

12 Aralık 1977'de, henüz 43 yaşında, İstanbul'da yaşama veda etti. “Geleceği Elinden Alınan Adam” yok artık ama oyun bitmedi…

 

Oğuz Atay, oyunun karmaşık bir ânında ayrıldısadece sahneden…

 

Bizler de yorgunuz aslında… Oyunlardan ve bu oyunları ciddiye alanlardan, hayattan…Yine de devam ediyoruz! En kendimize ait yerinden tırnaklarımızı geçirmeye, hayata; yaşamaya ve mücadeleye…

 

Saygı ve özlemle…

 



ARŞİV YAZILAR